30 Ocak 2013 Çarşamba

Burada olmayı seviyorum ama oraları da özlemekten geri duramıyorum. Neden bilmem, yağmur yağarken beni evime götüren yokuşu anımsıyorum hep, İstanbul demek yağmur demek sanki. Nasıl Sarıkamış kar demekse.

Yokuşu inerken sağda ekmek fırınının sarı ışıklarını, elimdeki bim poşetini düşünüyorum. Tanımasam da aşina olduğum yüzleri görüyorum.

Otobüsten inip Hisarüstün'de olmak eve girmeden evdeymişim hissi veriyor.

Şimdi ben seni özlüyorum ya İstanbul, üç yıl sonra ayrıldığımda Sarıkamış'ı da özleyeceğim.

27 Ocak 2013 Pazar

Kapı Süsü

Kapı süsü olmazsa olmazdı;






Dışarıda deliler gibi kar yağarken ders çaışıyor ve kendimi ödüllendirmek için şöyle şeyler yapıyorum;






Yastıklı Şarkı


"...
gün döküldü yastığa
gölge bitti, viran oldu düşler yine
bir kapı bir pencere bir gökyüzü
damdan düşmüş evin içine
vay vay sevdin onu
vay vay sevdin onu
sevmesen ölürdün, sevdin onu öldün
sevmesen ölürdün ama sevdin, gene öldün
ayışığı gel dedi
gel peşimden inat olsun ele güne
düştüm onun peşine
rüzgar oldum sürdüm düşlerimi göğe
vay vay sevdin onu
vay vay sevdin onu
sevmesen ölürdün, sevdin onu öldün
sevmesen ölürdün ama sevdin, gene öldün
..."

Ezginin Günlüğü

* Bu yastık için sanırım 2 ay kadar uğraştım. Şimdi her baktığımda bana bu şarkıyı hatırlatıyor biraz da bu yüzden yastığımı seviyorum!

Ezginin Günlüğü Yastıklı Şarkı

20 Ocak 2013 Pazar

Mutluluk Mavi Çocuk Oynardı Bahçemizde


O an farkında değildim ama babam o sıralar askerdeydi. Sanırım 3 ya da 4 yaşlarındaydım. Anneme geceleri hep aynı masalları bıkmadan usanmadan anlattırdığımız hatırlıyorum. Özellikle civciv masalına bayılırdık. Masal civcivin ayağına diken batması ile başlar düğünden gelini kaçırmasıyla da biterdi. 
Hep beraber aynı odada uyumaya çalışırken kudurmalarımız ve kıkırtılarımız olurdu, perdenin hareketlerinden de ürperdiğimi hatırlıyorum. Üzgünüm Didem ama sen henüz meyvede vitamindin.

Misafir odasında duvarda aslılı duran küçük bir nalın vardı, annem dokunmamıza izin vermediği için fırsat kollar, nalını ayağıma geçirmeye çalışırdım. Meğer o nalın bir termometreymiş, şimdi nerede kim bilir.
Kırmızı beyaz plastik bir darbukam vardı, bir tabure gibi üzerine oturduğumu hatırlıyorum. Beyaz plastikten kuzularım, küçük bakır kovalarım vardı. Bir de ziller vardı tabi, koyunların boynuna asılan zillerden, nereden niçin gelmiş bilmem.

Nadir de olsa anneannemlere giderdik. Orası bizim için keşfedilmesi gereken gizli bir ülke gibiydi. Raflarda olan biteni ölesiye merak ederdik. Özellikle teyzeme ait kısım hazine değerindeydi. 

Ekmek fırını hemen evin altında olduğu için, sofrada tırnaklı pideler hep sıcacık ve çıtır çıtır olurdu. Antep peyniri ve rahmetli dedemin bin bir özenle seçtiği siyah buruşuk zeytinler. Antep peynirini sıcacık ekmeğe sarar yanında da zeytini dişlerdim. Çay bile başka olurdu. Hepsinin kokusu ve tadını dün gibi hatırlıyorum. Hiç bir lezzetin de onların yerine geçebileceğini zannetmiyorum. 

Yine böyle bir anneanne ziyaretinde, ben hatırlamıyorum ama annemin dediğine göre, büyük bir vukuatım olmuş.

Annem becerikli ve hamarat bir kadın olduğu için elbiselerimizi kendisi dikerdi. Çok yakıştığı ve leke tutmadığı için olsa gerek yine kendisinin diktiği bir elbiseyi yıkayıp sıkıp bana takıyormuş. Artık ruhum nasıl daraldıysa bundan, anneannemlerde, küçük oda dedikleri yer vardı, hıh işte orada, elime geçirdiğim bir makasla elbise üzerimdeyken, doğramışım bir güzel. Annem durumu görünce şoka girmiş tabi, " Neden yaptın kızım?!" diyebilmiş. Ben de cevap hazır tabi, " Ama şen de bana hep bunu giydiriyosun!" 

İnsan yedisinde neyse yetmişinde o derler hala da sevmem sık sık aynı elbiseyi giymeyi :)







6 Ocak 2013 Pazar

Anne Dediğin


Annemin bizi özellikle dizinin dibine oturtup öğüt verdiğini bilmem, yapmamızı ve kazanmamızı istediği davranışları kendisi zaten doğal haliyle yaşamına uyguluyordu. Mesela bir şey istediğimizde, şunu demeyi asla ihmal etmezdi, “ Bak söz vermiyorum, durum uygun olursa.” Çünkü biliyordu ki söz verdiği bir şeyi yapmazsa saatlerce başında “Ama söz vermiştin ama yapacaktın!” diye ayaklarımızı yere vuracaktık. Alıştığımız buydu, söz verildi mi yerine getirilmeliydi. 

Çok canını sıkmadıkça bize bağırmaz asla da şiddet uygulamazdı. Olur olmaz her yaptığımıza kızmaz, gerçekten yanlış olduğunu düşündüğü şeylerde gözlerinden ateş çıkarcasına bakışlar atardı, o zaman anlardı ki gittiğimiz yol, yol değil  :)

Her zaman sakinlikten, sadelikten ve hoşgörüden yanaydı. Dışarıda oyun oynarken, beni kibar bir şekilde balkonun altına çağırır, “Kızım bu kadar çocuğun içinde sadece senin sesin çıkıyor, biraz kibar ol, çok bağırma derdi.”Ben de yapım gereği sinirlenir “Ya anne yaaa, ya anne yaaa!”diyerek, zıp zıp zıplar bas bas bağırırdım, annemin mahremiyet olarak gördüğü durumu, tüm mahalleye yayın eder, annemi “carıs malamat” ederdim. :)
İnsanlara yardım etmekten büyük bir haz duyardı. Mahalledeki yaşlı çiftti daima ziyaret eder, bir isteklerinin olup olmadığını sorardı. Bu yardım kumpanyalarına bizi de dahil eder, her bayram muhakkak bizi bu yaşlı nine ve dedenin yanına götürürdü. Üfleye püfleye merdivenleri çıkardık. Yüzünün her yanında et benleri olan bu yaşlı teyzeciğin beni öpmesi dayanılmaz olurdu ve o an öleceğimi sanırdım. 

Eski elbiseleri, kumaşları geri dönüşüm kazanında kaynatıp, teyzelerime, halalarıma, anneanneme elbezi dikerdi. Eve gelen fazladan ekmekleri yine sağa sola taşırdı. Evdeki bayat ekmekleri suda ıslayıp hamur haline getirir, peynir ve baharatla tatlandırıp kızartırdı.

Anneannemlere giderken tutumlu olmak için yürüyerek gider, üstüne her gidişimizde de poşetler taşırdık. Minyatür bir deniz feneri gibi, başkalarının kullandığı temiz giysileri ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Taşımanın yanı sıra, bunlar hep özveri ve kafa karışıklığı demekti.

Şimdi ben kimim? Bence ben annemin patates baskısıyım :) Onca yıl şikayet ettiğim şeyleri, elimden geldiği kadarıyla gerçekleştirmeye çalışıyorum, ama dediğim gibi ona yetişemem, sadece kötü bir kopyasıyım :)

3 Ocak 2013 Perşembe

Benim Pıtırcıklı Pembe Dünyam! Yok!

“ O sevimliliğinle her şeyi halledebileceğini zannediyorsun değil mi?” yıllar önce çok samimi olduğum bir kız arkadaşım müthiş bir şekilde kızarak söylemişti bunu bana. Hâlbuki ben olayları daha fazla büyütmek, aramızdaki arkadaşlık bağlarını zedelemek istemiyordum. Aradan yıllar geçtiği için tam olarak ne olduğunu hatırlamıyorum ama önemli olan da bu değil sanırım.

Ben de kendimi anlamış değilim aslında, çok vahim durumlarda ebleh gibi sırıtabilme potansiyeline sahibim. Annemden geçmiş olabileceğini düşünüyorum, çocukken erkek kardeşlerimle annemi kızdırdığımızda gülerek dudakları ısıran annem “ Sinirden gülüyorum ha, sinirden gülüyorum!” diye naralar atardı tehditkâr bakışlarıyla.

Ha, bir de çok pembe bakıyormuşum dünyaya, kusura bakmamalıymışım kendisi o kadar bakamazmış, gerçekler varmış acıymış onlar da! Bir başka kişiye göre ise pembe bulutlar dolanıyormuş başımda, ayaklarım yere basmıyormuş, sonradan vuracakmışım bulduğum taşlara kafamı. Pembeyi de seven biri olsam bari, en fazla gülkurusunu severim ben, o da asla kırmızın bendeki yerini alamaz. Tamam efendim anlıyorum ben sizi, az biraz da beri gelin beni anlayın.


Sevgili hocalarımdan biri, “ Senin de pek pembe bir dünyan var”, deyip gülümsedi bana, o melankoliyi seviyormuş.

Millet kanımca kendisini Turgut Özben ya da onun dişisi sanıyor ne kadar bunalım olursa o kadar yüceliyor. Hayat ne karmaşık, insanlar ne kötü, biz dünyada sıkışıp kalmış zavallı ruhlarız, zaman bizi eziyor sonra çiğneyip tükürüyor, aman Allah’ım benim mi bu aynadaki yüz?